10 Aralık 2012 Pazartesi

YETİM KALAN AĞAÇLAR


                                          YETİM KALAN AĞAÇLAR

İhtiyar adam, köyün hemen yanında, iki tepenin arasına sıkışmış bir vadiye vermişti hayatını. Orada herkesten uzak ama herkes için bir şeyler yapmanın zevkini yaşıyordu. Kimsenin gelip geçmeyeceği, kimsenin dönüp bakmayacağı bu kuytu yerde bir avuç zenginlik için didiniyordu. Bir avuç zenginlik… Zenginliği ağaçlarıydı. Meyve ağaçları… Hemen her cinsten birer ikişer meyve ağacı ve onlarca kavak. Kavakları torunları içindi. Her torunu için on kavak ve herkes için çeşit, çeşit meyve. Bu gözlerden ırak kuytu yere bıkmadan usanmadan gidiyor, ağaçlarına bakıyordu. Güneş doğmadan yola çıkıyor, güneş batarken geri dönüyordu. Orada hayat vardı. Ağaçların diplerini çapalıyor, mevsiminde kimilerini aşılıyor, buduyor, velhasıl onları neredeyse çocukları gibi seviyordu.

Ve meyve zamanı gelince… O zaman çocuklarına, eşine-dostuna velhasıl paylaşmak istediği herkese, biraz mahcup ve biraz da reddedilme endişesiyle, “Kirazlar, erikler oldu, gelin de toplayın” davetinde bulunuyordu. Gelen olmuyordu. Ayni davet şeftali ve elma zamanlarında da tekrarlanıyor ve yine ayni sonuç yaşanıyordu. Gidip kendisi topluyordu. Tek, tek… “Bunca meyveye, bunca emeğe yazık olacak!” düşüncesiyle sepetlere dolduruyor, yükleniyor, kilometrelerce taşıyordu. Aslında hayali, o ağaçların altında kalabalık sevinçlerin içinde, ortaya çıkardığı zenginliği yerinde paylaşmak, belki de birazcık emeğinin karşılığını görmekti, mutlu olmaktı yani. Baharda  kirazları ve erikleri onun gayretiyle şehirlerarası yolculuklara çıkıp, çocuklara, torunlara, sevdiklerine ulaşıyordu.  Bunu yapıyordu. Yapmaya çalışıyordu. Hatta sonbahar geldiğinde elmaların kalanlarını kendine özgü usullerle kurutuyor, “hoşaf yapılır bunlardan, güzel olur” izahlarıyla sevdiklerine veriyor veya yolluyordu…

Bu böyle sürüp gidiyordu. Hiç kimse ağaçların altına gelmiyordu. Pazardan, manavdan, marketten almak varken, onca yola ve zahmete katlanıp meyve toplamak hiç cazip değildi. Şehrin gürültülü kalabalığı ve medeniyetin renkli oyuncakları dururken, kuytu bir vadide üç kuruşluk meyve için börtü-böcek arasında vakit geçirmek akıl işi değildi! Halbuki ağaçların altında mutluluk vardı ve mutluluk pazarda, manavda, markette  satılmıyordu. Bunu kimse anlayamadı. Anlayamadık… Toprağa dost nesille, topraktan koparılmış neslin çelişkisiydi bu. Babayla oğlun, dedeyle torunun çelişkisi…

O, ağaçları seviyordu. Bilhassa meyve verenleri… Geride bir avuç zenginlik bıraktı. Zenginliği ağaçlarıydı. Ve ağaçları yetim kaldı…  Biz beton binaların ve asfalt yolların çocukları olarak mutluluğu yanlış yerlerde aramaya devam edecektik. Geride ne bırakacağımızı düşünmeden…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder