YETİM KALAN AĞAÇLAR
İhtiyar adam, köyün hemen yanında, iki
tepenin arasına sıkışmış bir vadiye vermişti hayatını. Orada herkesten uzak ama
herkes için bir şeyler yapmanın zevkini yaşıyordu. Kimsenin gelip geçmeyeceği,
kimsenin dönüp bakmayacağı bu kuytu yerde bir avuç zenginlik için didiniyordu.
Bir avuç zenginlik… Zenginliği ağaçlarıydı. Meyve ağaçları… Hemen her cinsten
birer ikişer meyve ağacı ve onlarca kavak. Kavakları torunları içindi. Her
torunu için on kavak ve herkes için çeşit, çeşit meyve. Bu gözlerden ırak kuytu
yere bıkmadan usanmadan gidiyor, ağaçlarına bakıyordu. Güneş doğmadan yola
çıkıyor, güneş batarken geri dönüyordu. Orada hayat vardı. Ağaçların diplerini
çapalıyor, mevsiminde kimilerini aşılıyor, buduyor, velhasıl onları neredeyse
çocukları gibi seviyordu.
Ve meyve zamanı gelince… O zaman çocuklarına,
eşine-dostuna velhasıl paylaşmak istediği herkese, biraz mahcup ve biraz da
reddedilme endişesiyle, “Kirazlar, erikler oldu, gelin de toplayın” davetinde
bulunuyordu. Gelen olmuyordu. Ayni davet şeftali ve elma zamanlarında da
tekrarlanıyor ve yine ayni sonuç yaşanıyordu. Gidip kendisi topluyordu. Tek,
tek… “Bunca meyveye, bunca emeğe yazık olacak!” düşüncesiyle sepetlere
dolduruyor, yükleniyor, kilometrelerce taşıyordu. Aslında hayali, o ağaçların
altında kalabalık sevinçlerin içinde, ortaya çıkardığı zenginliği yerinde
paylaşmak, belki de birazcık emeğinin karşılığını görmekti, mutlu olmaktı yani.
Baharda kirazları ve erikleri onun
gayretiyle şehirlerarası yolculuklara çıkıp, çocuklara, torunlara, sevdiklerine
ulaşıyordu. Bunu yapıyordu. Yapmaya
çalışıyordu. Hatta sonbahar geldiğinde elmaların kalanlarını kendine özgü
usullerle kurutuyor, “hoşaf yapılır bunlardan, güzel olur” izahlarıyla
sevdiklerine veriyor veya yolluyordu…
Bu böyle sürüp gidiyordu. Hiç kimse ağaçların
altına gelmiyordu. Pazardan, manavdan, marketten almak varken, onca yola ve
zahmete katlanıp meyve toplamak hiç cazip değildi. Şehrin gürültülü kalabalığı
ve medeniyetin renkli oyuncakları dururken, kuytu bir vadide üç kuruşluk meyve
için börtü-böcek arasında vakit geçirmek akıl işi değildi! Halbuki ağaçların
altında mutluluk vardı ve mutluluk pazarda, manavda, markette satılmıyordu. Bunu kimse anlayamadı.
Anlayamadık… Toprağa dost nesille, topraktan koparılmış neslin çelişkisiydi bu.
Babayla oğlun, dedeyle torunun çelişkisi…
O, ağaçları seviyordu. Bilhassa meyve
verenleri… Geride bir avuç zenginlik bıraktı. Zenginliği ağaçlarıydı. Ve ağaçları
yetim kaldı… Biz beton binaların ve
asfalt yolların çocukları olarak mutluluğu yanlış yerlerde aramaya devam
edecektik. Geride ne bırakacağımızı düşünmeden…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder